Lady Montagu’nun Doğu Mektupları Adlı Eserinde Halkbilimi Unsurları

T.C.

BOZOK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

Türk Halk Bilimi Semineri

LADY MONTAGU’NUN DOĞU MEKTUPLARI ADLI ESERİNDE HALKBİLİMİ UNSURLARI

Sinan AYDEMİR

Seminer Danışmanı

Yrd. Doç. Dr. Seyfullah TÜRKMEN

Yozgat 2011

            İçindekiler

            LADY MONTAGU’NUN DOĞU MEKTUPLARI ADLI ESERİNDE HALKBİLİMİ UNSURLARI

            Özet ……………………………………………………………………………………3

            Giriş ……………………………………………………………………………………3

            Lady Montagu ve Mektupları …………………………………………………………5

            Törenler ve Gelenekler …………………………………………………………………6

            İnanışlar ve Töreler …………………………………………………………………..16

            Elbiseler ve Temizlik …………………………………………………………………23

            Edebi Anlayış ve Ürünleri ……………………………………………………………25

            Diğer Unsurlar ………………………………………………………………………..28

            Sonuç …………………………………………………………………………………28

            Kaynakça ……………………………………………………………………………..29

LADY MONTAGU’NUN DOĞU MEKTUPLARI ADLI ESERİNDE HALKBİLİMİ UNSURLARI

Sinan AYDEMİR *

            Özet

            Batılı seyyahlar, geçmişten günümüze diplomasi, ticaret, misyonerlik veya gezi amacıyla birçok ziyaret gerçekleştirmişlerdir. Bu gezilerde gördükleri Osmanlı ve Türkiye sosyal manzaralarını ve yansımalarını ayrıntılarıyla seyahatname, mektup veya hatırat olarak kaydetmişlerdir. Özellikle, tarihî ve kültürel mekânlarıyla İstanbul, birçok seyyahta özel bir yere sahip olmuştur. Anadolu’nun birçok şehri yine bu seyyahların ilgisini çekmeyi başarmıştır. Edmondo de Amicis, H. C. Andersen ve Maurice Barres gibi batılı seyyahlar, bu şehirleri ve insanlarını, seyahatnamelerinde bir roman yazarı gibi betimlemişlerdir. Bu betimlemelerde her zaman objektif olamasalar da yorumlarında aşırıya kaçmadan anabilmişlerdir. Bu seyyahların dışında, özellikle son dönem seyyahları arasında yer alan Lady Montagu, Harry Charles Luke ve Clare Sheridan gibi seyyahların izlenimlerinde Cumhuriyet yılları öncesi, Cumhuriyet yılları ve hemen sonrası sosyal hayatı ve motifleri hakkında önemli bilgilere sahip olmaktayız. 1700’lü yılların başlarından 1930’lu yılların arasını aktaran bu seyyahlar bize, belirli bir dönemin sosyal ışıklarını yansıtan birer ayna görevi görmüşlerdir.

            Lady Montagu da bu seyyahlardan biridir. Lady Montagu, eşi büyükelçi Edward Wortley Montagu ile birlikte İstanbul yolculuklarını ve bu esnada karşılaştıklarını bizlere dost ve arkadaşlarına yazdığı mektuplarla aktarmaktadır. Onun bu mektupları bir seyyahın yol anıları olmaktan çıkıp bizim Halk Bilimi motif folklorumuza bir ürün olmuştur.

            Giriş

            Batılı seyyahlar, Anadolu şehirleri sosyal hayatının irdelenmesi açısından görgü tanıkları olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden pek çok seyyah gelmiştir. Kimi siyasi sebeplerden gözlem amaçlı olarak kimi ise ekonomik ilişkiler dolayısıyla Osmanlı şehirlerine seyahatte bulunmuşlardır. Bu seyahatler sırasında Osmanlıyı ve İslam dinini, kültürünü, sosyal hayatını ve o bölgelere has özellikleri yerinde saptamışlardır. Seyahatnameleri olan Avrupalı seyyahlar, Osmanlı şehirlerindeki sosyal ve kültürel yaşam üzerine gözlemlerini yazmakla beraber, aralarında ressam olanlar gezdikleri şehirlerdeki anıtsal binaları, çeşitli sosyal gruplardan kişileri, sosyal ve resmî törenleri yaptıkları resimlerde görselleştirmişlerdir. Bu resimlerle birlikte gezdikleri şehirleri gösteren haritaları seyahatnamelerin içinde yayımlamışlardır.

            Ortadoğu ve Doğu’ya seyahat eden seyyahların eserlerini dönemsel olarak anlatmak gerekirse, geneli Haçlı seferlerine katılmış görgü tanıklarının notları veya Anadolu ve Asya’yı bağlayan kara ve deniz ticaret yollarından geçmiş olan Frenk ve Venedik tacirlerinin günlükleridir.

            XIII. yüzyıl Batı seyyahları genellikle Avrupa’da bu devirde denizaşırı ticaretin yaygınlaşması dolayısıyla Avrupa liman şehirlerinden Doğu’ya seyahat eden tacirlerdir. Diğer bir grupsa misyonerlik gayesiyle seyahat eden papazlardır. Tacir Marco Polo, 1275’te Orta Asya’ya yaptığı seyahatte uzun seneler Kubilay Han’ın sarayında kalmış ve gözlemlerini tarafsız ve doğru olarak kaleme almıştır. XIV. ve XV. yüzyıllarda Balkanlarda Osmanlı fetihleri dolayısıyla yapılan savaşlarda alınan Avrupalı esirler arasında gözlemlerini kaleme alanlar da vardır. Doğuyu seyahat edenler sadece ticari ve siyasi sebeplerle değil bazıları da Kudüs’ü ziyaret etmek için dinî sebeplerle bu bölgelere gelmişlerdir.

            Tarih, sanat tarihi ve edebiyat araştırmacılarına sağladığı malzemeler açısından seyahatnameler vazgeçilmez yazılı ürünlerdir. Batılı seyyahlar için 15. Yüzyıldan itibaren cazibe merkezi olmaya başlayan Doğu, özellikle de Osmanlı payitahtı İstanbul, onların kaleminden çıkmış seyahatnamelerin sayfalarında sokakları, sarayları, köşk ve kasırlarıyla; çarşı ve kahvehaneleriyle; mabet ve tekkeleriyle yer almıştır.[1]

            Diplomatik ve ticarî maksatla veya görgüsünü artırmak, gözlemlerini kitaplaştırmak için İstanbul’a gelen elçi, tüccar, misyoner ve yazarlar, beraberlerinde ressamlar da getirerek, 19. yüzyılın sonuna kadar sürecek olan, bir kısmı gravürlerle zenginleştirilmiş, seyahatname yazma geleneğini başlatmışlardır. Sanatçıların İstanbul’da gerçekleştirdikleri ve büyük bölümü tören, giysi ve kent görünümlerini yansıtan gravür, suluboya ve guaşlar, Avrupa’da albümler halinde yayınlanmış ve bu resimler, Batı’da Osmanlı dünyasına olan ilginin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

            Seyyahların, 15 -17. yüzyıllar arasında Osmanlıya olan hayran ve şaşkın bakışı, Osmanlının güç ve itibar kaybetmeye başladığı 18. yüzyıldan itibaren yerini tenkitçi, müstehzi bir bakışa bırakmıştır. 16. yüzyıl Almanyasında Busbecq, Dernschwam, Schweigger ve Gerlach’ın kaleme aldıkları seyahatnameler, yeni zaman Avrupasının doğudaki Osmanlı devlet ve toplum sistemine karşı duyduğu ilgi sonucudur ve o yıllarda rağbet gören, okunan kitaplar olmuştur.[2] Bahsi geçen yüzyıllarda İstanbul’a gelmek için fırsatlar yaratan seyyahlar, sonraki yüzyıllarda istikametlerini daha uzaklara çevirmişler, 19. yüzyılın sonunda, payitaht, gerçek İstanbul hayranlarının dışında, Batılılar için bir doğu şehri olarak eski çekiciliğini yitirmiştir.

            Her ne kadar bu gözden düşme olarak tabir edilen durum olsa da gerek İstanbul, gerekse Anadolu’nun diğer güzide şehirleri tarihî ve kültürel zenginlikleriyle her devirde Batı’nın dikkatini çekmeyi başarmıştır. Edmondo de Amicis bir seyahatinde: “Krallar, prensler, Krezüs, dünyanın kuvvetli ve zengin insanları, o anda hepinize acıdım; gemide bulunduğum yer sizin bütün hazinelerinize bedeldi ve İstanbul’a bir bakışımı bile bir imparatorluğa değişmezdim.” diyerek İstanbul için devirlerin bir öneminin olmadığını kanıtlamıştır.

            Lady Montagu ve Mektupları

            Çok yönlü kişiliği, değişik tür ve üsluplarda yazdığı mektuplarıyla ün kazanmış İngiliz yazardır. Şiirlerinin yanı sıra denemeci, kadın hakları savunucusu ve gezgin kimlikleriyle de çağına tanıklık yapmıştır.

            İngiltere’de “Transactions” adlı bir dergi yayımlanmaktadır. Bu derginin 1721 yılı yaz sayısında “Türkler Çiçek Hastalığını Nasıl Alırlar” başlığını taşıyan bir yazı vardır. Yazının kaynağı İstanbul’daki İngiliz elçisinin eşi Lady Montagu’dur. Lady Montagu İstanbul’da bulunduğu sırada çiçek aşısını öğrenmiş ve bu yöntemin İngiltere‘de tanınmasına öncülük yapmıştır. Genç yaşta yakalandığı çiçek hastalığı sonucu güzelliği bozulan Lady Montagu, mektuplarında Türklerin uyguladığı yöntemden söz etmekte, kendi oğlunun da bu uygulamayla çiçek hastalığından korunduğunu yazmaktadır.

            Parlamento’daki Whig grubu üyesi Edward Wortley Montagu ile evli olan Lady Montagu, Whigler’in iktidara gelmesi üzerine kocası Türkiye’ye elçi olarak atanınca, kocasıyla birlikte 1716’da İstanbul’a geldi. Lady Montagu’nun edebi ün kazanmasının nedeni, İstanbul’dan ve başka Osmanlı şehirlerinden gönderdiği ve Osmanlı’da saray yaşamı, kadının İslam’daki yeri, şeriat düzeni, Osmanlı’nın diğer halklarla ilişkileri vb. üzerine gözlemlerini içeren ve günlüğüne dayanarak kaleme aldığı olağanüstü mektuplardan kaynaklanır.[3]

            Lady Montagu ilk mektubunu Viyana’da yazmaya başlar. İlk mektubunu bir Ocak ayının 16’sında hasta bir vaziyette Lady Mar’a: “Artık uzun süre için size ve sonsuza dek Viyana’ya veda etmek zorundayım, sevgili kardeşim. Zira, aşırı soğuğa ve benimkinden daha büyük bir cesareti ortadan kaldırmaya yeterli kar tabakasının kalınlığına karşın, yarın Macaristan yolculuğuna başlamayı düşünmekteyim. Ancak edilgen söz dinleme ilkem her şeye kafa tutmama neden oluyor. Kraliçelerin huzurunda veda ziyaretlerimi yaptım. Ziyaretim sırasında, halen saltanat sürmekte olan kraliçeye tanıtılmam, majeste kralın çok hoşuna gitti ve son derece nazik bir karşılıklı konuşmadan sonra, majesteleri kral ve kraliçe benden dönüşümde Viyana’ya uğramamı istediler. Ancak, böyle bir yorgunluğa yeniden katlanmayı düşünmüyorum.”[4] cümleleriyle yazmaya başlar.

            İstanbul’a gelene kadar geçtiği Balkan topraklarını ve insanlarını anlatarak yolculuğuna devam eder. Mektuplarında, geçtiği şehirleri ve bu şehirlerde yaşadıklarını yer yer ayrıntılarıyla anlatır. Bu ayrıntıların mektup samimiyetiyle ve sınırlarıyla anlatılması edebi açıdan seyahatname tadında olmasını sağlamıştır. Bu mektuplarda geçen yerlerin Balkanlarda, Türklerin yönetiminde olanlarının birçoğunda halkın Balkan milletleri olması, onların sosyal hayatı ve tüm etkinliklerini aktarması da bu bölge hakkında bize fikirler vermektedir. Bu yerlerden geçip 30 Ocak’ta Mohaç’a vardıklarında tekrar Lady Mar’a izlenimlerini aktarırken: “Hakkında dikkat çekici hiçbir şey söyleyemeyeceğim küçük köylerin adlarını size saymıyorum. Fakat inanın ki daima sıcak bir sobayla, bol bol av eti, özellikle yabanî domuz ve her çeşit av hayvanı bulmuşumdur. Macaristan’ın güçsüz halkı, oldukça iyi bir yaşam sürmektedir. Kendilerine bizim için gerekli olan her şeyi, hatta istediğimiz atları bile karşılıksız vermeleri buyrulmuştu. (…) Giysileri çok ilkeldi. Basit bir koyun postuyla, aynı malzemeden başlık ve çizmeler.”[5] İfadelerinde geçen sosyal hayatın izlenimleri bölge insanının hayatı hakkında bilgiler vermektedir. Dönemin hayat şartları içerisinde bölge insanlarının kış şartlarında sobayla ısındığı, av hayvanlarıyla beslendiği, ilkel elbiseler giydiği ve bu elbiseleri koyun postundan yaptıklarını öğrenmekteyiz.

            Bir süre sonra kafileyle Hersek’e varırlar. Bu şehir hakkında bilgiler verirken de halkın sosyal yaşamı anlatmayı ihmal etmemiştir. “Bu, büyük ölçüde ticaret yapan, çok zengin ve Türkler tarafından oturulan bir kentti. Tuna’ya dökülen Drave Irmağı üzerinde kurulmuştu. Köprüsü dünyadaki köprülerin en olağanüstü olanlarından biri olarak kabul ediliyordu. Zira sekiz bin adım uzunluğunda, tümüyle meşe ağacından yapılmıştı.”[6] Yine Hersek’i anlatırken, ticaretle uğraşan, zengin Türkler tarafından oturulan bir kent olarak tanıtmaktadır. Ayrıca, kentin önemli bir kültür hazinesi olan köprüsünden söz etmektedir. Bu köprünün meşe ağacından yapılmış olması da dikkatinden kaçmamıştır. Böylece bu kentte meşe ağacının marangozluğunun yapıldığını da bu köprünün yapımından anlamaktayız. Türkler tarafından ağacın kutsal olması ve tarihten gelen saygının ışığında bu köprüyü ve önemini değerlendirmek gerekirse onu dünyaca olağanüstü bir köprü yapmasını da anlayabiliriz. Türklerin verdiği değer neticesinde şekillenen marangozculuğun eseri olan bu köprü tarih sahnesinde de önemli bir yere sahiptir. Tüm bu açılardan verilen önemle baktığımızda Lady Montagu’nun bu köprüyü görmezden gelmesi düşünülemezdi. Bu köprü tarihî Mostar Köprüsü’dür.

            Yolculuk süresince yazılmış diğer mektuplar edebi açıdan önemli noktaları bünyesinde barındırsa da tümüyle halk bilimi açısından değerler taşımamaktadır. Çünkü içerisinde sadece günlük hayatının ve boş zamanlarının yansımaları olan mektuplar da yer almaktadır. Bu mektuplardan halk bilimi ayrıntılarına en çok Lady Mar’a yazdığı mektuplarda rastlanmaktadır.

            Yolculuğu artık Anadolu’nun kapılarından içeri girmesiyle daha da renklenmeye başlamaktadır. Zira Anadolu hakkında daha önce duydukları ve okudukları ile birlikte hayal ettiği bu memleket onu çok meraklar içerisinde bırakmıştır. “Yeni bir dünyaya artık girmiş bulunuyorum. Burada gördüğüm her şey bana bir dekor değişikliği gibi görünüyor ve en azından, mektuplarımdaki yeniliğin büyüsünü ve beni artık size olağanüstü şeyler söylemekle kınamayacağınızı umarak, içten bir hoşlukla mektup yazıyorum.”[7] Sözlerindeki anlam ahenginin akıcılığı ve hayretlerini gizleyememesi onun heyecan dolu olduğunu göstermektedir. Edirne’ye geldiğinde yazdığı bu mektubundan Edirne’den önceki Balkan şehri olan Sofya’dan da söz etmektedir. Sofya’nın meşhur kaplıcalarını hem zevk hem de sağlık nedeniyle tercih edenlerin fazlalığını, bu kaplıcaların içerisinde yapılan etkinliklerin eğlencesini de ayrıntılı biçimde kelimelerle resmetmiştir.

            Törenler ve Gelenekler

            Edirne günlerini iyi değerlendiren Lady Montagu, burasının kendisi için önemli bir mektup kaynağı olduğunu bilmektedir. Çünkü anlatacağı o kadar çok tarihî ve kültürel hazine vardı ki, bunlardan birini, Lady Bristol’a yazdığı mektuptan bir bölümü kendi dilinden aktarmak uygun olacaktır: “Dün, Fransa elçisinin eşiyle, camiye giden padişahı görmeye gittim. Başlarının üzerinde büyük beyaz tüylerle yeniçeriler, sipahiler ve bostancıların oluşturduğu kalabalık bir muhafız alayı önünde yürüyordu. Bunlar, kendilerini uzaktan bir lale parterine benzeten güzel, canlı renkli giysiler içerisinde, yaya koruyucular, atlı koruyucular ve hükümdarın bahçıvanlarıdır. Bunlardan sonra, gümüş renkli bir kumaşla duble edilmiş, koyu kırmızı kadife bir cübbe giyinmiş yeniçeri ağası geliyordu. Görkemli giysiler giyinmiş iki köle atını tutuyordu. Yeniçeri ağasının yanında, samur kürkle dublelenmiş koyu sarı kumaştan giysisi içerisinde (siyah yüzü meydana çıkıyordu) kızlar ağası. Majesteleri bunun haremlerinin baş koruyucusu olduğunu bilmektedir. Ve en sonda, değerli taşlarla süslü bir koşumla koşumlanmış güzel bir ata binmiş, bin İngiliz Lirası değerinde olduğu sanılan siyah Moskova tilkisi kürküyle dubleli yeşil bir kaftan giyinmiş padişah hazretleri geliyordu. Ve ileri gelen saraylılardan ikisinden biri, bir sopanın ucunda altın, diğeri gümüş kahve cezvesini taşıyordu. Başka biri majesteleri oturabilsin diye, başının üzerinde gümüş bir tabure taşıyordu. Yüce zatınıza, giysileri ve sarıkları (mevki farklılığını göstermektedir) anlatmak sıkıcı olurdu. Hepsi de göz kamaştırıcı bir lüks içerisindeydi. Daha güzel bir çeşit görülemezdi. En azından birkaç bin insan vardı. Padişah bize, tatlı görünüşü içerisinde, kırk yaşlarında, yakışıklı bir adam olarak göründü. Fakat iri siyah gözlerinde ciddi bir anlatım vardı. Bir rastlantı sonucu, bizim bulunduğumuz pencerenin altında durdu (kendisine bizim kim olduğumuzun söylendiğini sanıyorum) ve bize dikkatli bir biçimde baktı. Öyle ki kendisini rahatça gözlemek olanağı bulduk. Fransa elçisinin hanımı onun gösterişli olduğu konusunda benimle aynı görüşü paylaşıyordu.[8] Bu merasimi anlatırken hiçbir ayrıntıyı atlamaması takdire şayandır. Çünkü anlattığı ayrıntılarda gizli kültürel değerler ancak böylelikle ortaya çıkabilmektedir. Bu mektupta anlattığı saray ehlinin giyim kuşamındaki görkem ve gösteriş onları hayrette bıraktığı gibi hayranlıklarını da gizleyememelerine sebep olmuştur. Dönemin zenginlik görkemini bu ifadeler ışığında görebilmekteyiz. Padişahın camiye gidişindeki alayın düzeni ve ihtişamı Osmanlının gücünü ve zenginliğini açıkça göstermektedir. Son demlerini yaşayan bir imparatorluğun bu demlerinde bile dik ve görkemli durduğunu anlamaktayız.

            Osman­lı pa­di­şah­la­rı­nın her haf­ta cu­ma na­ma­zı kıl­mak mak­sa­dıy­la câ­mi­ye çı­kış­la­rı, im­pa­ra­tor­luk ha­ya­tı­nın en deb­de­be­li me­ra­sim­le­rin­den­di. Adı­na Cu­ma Se­lâm­lı­ğı ve­ya Se­lâm­lık Res­mi de­ni­len ve her saf­ha­sı in­ce­den in­ce­ye teş­ri­fat ka­ide­le­ri­ne bağ­lan­mış olan bu me­ra­sim­ler si­ya­sî ba­kım­dan da bü­yük bir ehem­mi­ye­ti ha­iz­di. Pa­di­şah sal­ta­nat ara­ba­sı­nın için­de, sağ­lı sol­lu me­ra­sim bö­lük­le­ri­ne men­sup as­ker­le­rin ara­sın­dan camiye gi­der, bu ara­da halk so­kak­la­ra dö­kül­müş bir hal­de, “za­ma­nın bu en haş­met­li hü­küm­da­rı­nı” dün­ya gö­züy­le gör­me­ye ça­lı­şır­dı. Sa­de­ce halk için de­ğil, o an­da ül­ke­de bu­lu­nan ec­ne­bi­ler için de gö­rül­me­ye de­ğer bir hâ­di­sey­di bu. O ara­da pa­di­şah­tan bir ta­le­bi olan­lar da mey­dan­da bi­ri­kir­di. Bu ba­kım­dan Cu­ma Se­lâm­lı­ğı ta­ri­hi­mi­zin göl­ge­de kal­mış en mü­him sah­ne­le­rin­den bi­ri­dir.

            Dönemin bir savaşı öncesi yapılan hazırlıklar ve bu hazırlıklar çerçevesinde yapılan törenlerden birine tanık olan Lady Montagu, töreni ve katılımcıları ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır. “Şu anda, padişah ordusunu bizzat kendisi yönetmeye karar vermiş bulunuyor. Bu münasebetle, her meslek grubu; gücüne göre, kendisine bir armağan vermek zorundadır. Bu töreni görmek için, sabahın altısında kalkmaya çalıştım. Ancak, tören saat sekizden önce başlamadı. Padişah tüm ana caddeleri geçen tören alayını görmek için, sarayın penceresine çıkmıştı. Alayın önünde, çok görkemli biçimde koşumlanmış bir deveye binmiş, bir efendi vardı. Bir yastığın üzerine konulmuş çok nefis ciltli bir Kur’an’ı yüksek sesle okumaktaydı. Etrafı ayetler okuyan, beyazlar giyinmiş çocuklardan oluşan bir koro ile çevriliydi. Bunları, ekin ekmekte olan bir çiftçiyi temsil eden, yeşil dallar taşıyan yakışıklı bir adam izliyordu. Bu çiftçiden sonra, Ceres’in tablolarında olduğu gibi, buğday başaklarından oluşmuş çelenklerle, elde orakla buğday biçme hareketi yapan köylüler geliyordu. Sonra, öküzlerin çektiği küçük bir araba üzerinde, buğday öğüten çocuklarla birlikte bir yel değirmeni vardı. Bunu, iki çocuk, bir fırınla mandaların çektiği başka bir araba izliyordu. Bu çocuklar sağa sola küçük pastalar atıyorlardı. Onların arkasında, tüm ekmekçiler loncası, yaya olarak, en güzel giysileri içerisinde ikişer ikişer sıra olmuş halde, başkalarının üzerinde pastalar, ekmekler ve her çeşit börekler taşıyorlardı. Sonra, yüzleri unlanmış, iki karnaval soytarısı, kaba mimikleriyle kalabalığı eğlendiriyordu. Daha sonra da, aynı türde, imparatorluğun tüm meslek grupları, en soyluları, kuyumcular, tuhafiyeciler olmak üzere, çok görkemliydi. Kürkler en güzel görünümlerinden birini oluşturuyordu: Samur, tilki kürkleriyle dolu çok büyük bir araba… Hayvanların içi öylesine ustalıkla doldurulmuştu ki canlı gibi görünüyorlardı. Bunları bir orkestra ve dansçılar izliyordu. Toplam olarak, en azından yirmi bin kişinin bulunduğunu sanıyorum.

            Yürüyüş, padişahın hizmetinde ölme onurunu istemeye gelmiş olan gönüllülerle sona eriyordu. Gösterinin bu kısmı bana öylesine barbarca geldi ki görür görmez, başımı başka tarafa çevirdim. Hepsi de bellerine kadar çıplaktı. Kolları etlerine sokulu olarak bırakılmış oklarla delinmişti. Bunlardan bir kısmı okları başına saplanmıştı ve yüzlerinden kanlar akıyordu. Biri keskin bıçaklarla kollarını kesip yanındakilerin üstüne kan fışkırtıyordu. Bu hareketler, onların üne kavuşma arzularının bir kanıtı olarak kabul edilmektedir. Bana söylediklerine göre, bazıları bu yolu sevgilerini ortaya koymak için kullanıyorlardı. Metreslerinin bulunduğu pencerenin altına gelince, (kentin tüm kadınları peçeli olarak, orada hazır bulunmaktadır) ona karşı duydukları sevgiyi göstermek için, bir oku vücutlarına sokuyorlardı. Kadın, bu çapkınlığı kabul ettiğini ve ona umut verdiğini göstermek için, bir işaret yapıyordu. Gösteri, tüm üzüntümle, hemen hemen sekiz saat sürdü. Bana en nazik biçimde kahve, şekerleme ve şerbet sunan kaptan paşanın dul eşinin evinde bulunmama karşın, çok yorgundum.”[9] Bu anlatımdan anlaşıldığı üzere, Lady Montagu, bu törenden çok etkilenmiştir. “Deliller, zorbalar” olarak bilinen bir grubun gösterisi dönemin en dikkat çeken törenlerden biridir. Türk şenliklerinde ilgi ile izlenen en önemli oyunlardan biri, acıya dayanıklılığı seyirlik bir hüner haline getiren, vücutlarının muhtelif yerlerine kılıçlar, bıçaklar, şişler sokarak veya çeşitli vesilelerle kendilerine eziyet ettirerek dayanıklılıklarını sergileyen delil’lerin kanlı gösterileriydi.

            Delilerin dini inançlarla da ilintili olduğu bilinirdi. Delilerden ve gönüllülerden, Rumeli’de bir askeri sınıf oluşturulduğu da söylenir. Bu nedenle kendilerine gerçekte öncülük, yol göstericilik anlamına gelen “delil” denilirken bunların en tehlikeli işlere gözlerini kırpmadan atlamaları sonucu halk arasında adları deli’ye dönüşmüştür. Ayrıca serhadlerden gelen gözü pek gazilere de “deli” denilirdi.

            1582 şenliğini anlatan Surname-i Hümayun adlı düğün kitabında bunlar şöyle anlatılır; “Şehzadenin At Meydanı’na gelişi; Şehzade alayının başında, aynı padişahınkinde olduğu gibi serhadler yürüyordu. Budin vilayetinin gazileri olan bu cesur askerler, padişaha bağlılıklarını ve onun için neler yapabileceklerini göstermek için bellerine kadar çıplak olan vücutlarına kılıç, mızrak ve hançer gibi kesici silahları sokarak herkesi şaşkınlık içinde bırakmışlardı. Anonim bir kaynakta serhadlerin geçişi şöyle anlatılır: “Bunların bir çoğu etine ve kemiğine iki cirit saplamıştı. Vücutlarına ağaçlarda sokulmuştu. Hepsinin başında deriden püsküller vardı ve kollarına büyük bıçaklar saplanmıştı. İçlerinden birinin göğsünde, alnında ve kollarında elli bıçak saplı idi. Bunlar sapına kadar etine girmişti. Başka biri karnına çivi ile bir nal çaktırmıştı.

            Görünüşleri iğrenç ve hayvancaydı. Her birine kendisine layık ve arzu ettiği şeyler hükümdar tarafından ihsan edildi. Aralarında yılda 40 bin akçe getiren bir sancak verileni de vardı. Padişah kimsenin kendisini yaralamamasını isteyerek bu gibi tehlikeli gösterileri yasakladığını tellalları vasıtasıyla duyurdu.

            Fakat ne yazık ki kahramanlıklarını göstermek isteyen gazilerden ikisi, daha bu yasak koyulmadan kan kaybından ölmüştü. 1582 Şenliği’ndeki alayda bir yabancı tanık bunları; “Bellerinden yukarısı çıplaktı, biri bayrak direğini derisine ve etine sokmuştu; öteki biri, iki küçük kargıyı bedenine saplamış; ötekiler hançerleri, kılıçları, uzun kuş tüylerini alınlarına, kafataslarının derisine, kimi kılıçları bedenlerine, okları kollarına saplamışlardı. Kimi de bedenlerine altı çiviyle, at nallarını mıhlamışlardı. En son olarak biri de yaklaşık elli bıçağı her yönden bedenine saplamıştı.” diye anlatır. İncelediğimiz “Sûrnâmeler” den Alî’nin eserinde kendisini büyük taşlarla taşlatan bir deliyi görürüz:

             Her ne seng ursalar tahammül ide

             Hergiz incinmeye tevekkül ide

             Ele alup büyük büyük taşlar

             Dirler idi koman be yoldaşlar

            Taş ururlardı karnına muhkem

            Darb-zen gibi çatlar idi şikem

            Nice yüz pâre öyle seng-i ‘azîm

            İtmedi o harîfi’ azm-ı remîm

            Ne kadar taş urulsa oldı hamûl

            Sanki bir bahr-ı bî-kerân idi ol

            Her hacer kim atarlar idi ana

            Gücile kaldururdı bir bernâ”

            Tahsin Sûrnâmesi”nde de bir delinin başı üzerine sekiz kişinin çıktığı anlatılır:
  

            Sekızı çıkdı bir âdem başına
            Birisi girmiş otuz beş yaşına
            Kahramân olsa tahammül idemiz
            Çekdügi bârı tekeffül idemez

            Deliler başka vesilelerle de geçit alaylarında yer alırlardı. Örneğin; 16 y.y.’da Türkiye’ye gelen bir İran elçisine gücünü ve görkemini göstermek için ll.Murat böyle bir geçit alayı düzenlemişti. Serhadlerde de İstanbul’a doğru yola çıkmış elçilere böyle törenler düzenlenirdi.

            Bir yabancı tanığın anlattığına göre, Roma imparatorluk elçisi Liechtenstein Bey’i Heinrich, 1584 Yılı’nda, Tuna Kıyısı’nda, Ofen Kenti’nde konakladığı sırada, Komutan Sinan Paşa’nın, elçiye ve yanındakilere düzenlediği şenlikte güreşçilerin, dansçıların, canbazların gösterilerini yanı sıra deliler de bedenlerini yaralayarak gösteriler yapmışlardır. Delilerin bir kesimi Boşnak, Hırvat, Sırp kollarındandı. Eğri palaları, kalkanları, bozdağanları vardı, başlarına sırtlan, pars gibi yırtıcı hayvanların postlarını koyarlardı. Giysileri de böyle postlardandı. Bunlar şenliklerde padişahın önünden geçerken bıçakları, baltaları, kargıları, bedenlerine sokarlardı. Bunların geçit alaylarındaki kanlı gösterilerinin özellikle yabancı tanıkların her zaman ilgisini çektiği, yazdıkları seyahatnamelerden ve gravürlerinden anlaşılır.

            16. y.y.’da düzenlenen bir geçit alayında gösteriden önce Sultan, İstanbul’un dışından topladığı on bir bin kişiyi, tümü sanki savaşa gidecekmiş gibi tepeden tırnağa silahlarla donatmıştı. Bunlar da delilerdi ya da onlar gibi davranıyorlardı. Biri yüksek tahta ayaklar üzerinde yürür, biri bir kargıyı iki parmak eninde derisinin altından geçirir, bir başkası şakaklarının derisinin altına iki hançer sokardı. Böylelikle padişaha bağlılıklarını kanıtlar, eğer söz konusu bir şehzadenin sünnet düğünü ise, sünnet olacak çocuğa bu işin daha kanlısını yaparak moral verirlerdi. Kimi de kan kaybından oracıkta can verirdi. Böylece hem gözü pekliliklerini ve sevinçlerini ispatlamış olur, hem de dolgun bir para almaya hak kazanırlardı.”[10]

            Lady Montagu’yu derinden etkileyen bu tören tarihte yerini almış ilginç alaylardan biridir. Ayrıntılı olarak verilen bu törenler dönemin seyyahlarının mutlaka görmek istediği bir geçiş törenidir.

            Dönem eğitim hanelerinden biri olan medreseler[11] seyyahların merak ettikleri mekânlardan biridir. Lady Montagu da bu merak ve heyecanla dönemin medreselerinden birini ziyaret etmiş ve bir dinî törene rastlamıştır. “Diğer kamu yapıları hanlar ve medreselerdir. Hanlar çok sayıda ve çok geniş, medreseler az ve soğuktur. Bu medreselerden birini gezip Romalı keşişler kadar çılgın olan dervişlerin tapınmaları sırasında bulunmak merakına kapıldım. Evlenmelerine izin veriliyor. Ancak, beyaz renkli, kaba tek parça bir kumaştan yapılmış tuhaf bir elbise giyinmek zorundalar. Kolları ve bacakları açık bırakmak suretiyle bu giysiye sarınmaktadırlar. Tarikatlarının, Salı ve Cuma günleri görkemli törenler gerektiren kuralların dışında pek az kuralı var. Törenler şu şekilde yapılmaktadır: Büyük bir salonda toplanmaktadırlar. Burada, kolları kavuşturmuş, gözleri yere dikili olarak ayakta dururlar. Bu sırada, imam ya da vaiz ortaya konulmuş bir rahle üzerinde duran Kur’an’dan parçalar okumaya başlar. Bitirdiği zaman, sekiz on derviş, çok müzikal bir çalgı olan flütle üzünçlü bir konser verir. İmam tekrar okumaya başlar ve okuduğu şeyleri açıklar. Bundan sonra, şarkı söyleyip saz çalarlar. Bu, başkalarının (yeşiller giyinmiş olan tek kişi) kalkıp görkemli bir dansa başlamasına kadar sürer. Diğerleri ayakta, başkanın etrafında, düzenli bir figür çizerler. Bazıları dans ederken, bazıları bellerinin etrafında çok geniş olan giysilerini bağlayıp ve her biri müziğin ahengine uyarak, şaşırtıcı bir çabuklukla dönmeye başlarlar. Bu, hiç kimse en ufak bir baş dönmesi duyumsamadan, bir saatten fazla sürer. Çocukluklarından bu yana, buna alışmış oldukları düşünülürse, bu şaşırtıcı bir şey değil. Çoğu, doğduklarından itibaren, kendini bu yaşam biçimine adamıştır. Aralarında, hareketten ötekilerden daha az etkilenmiş görünmeyen altı yedi yaşında çocuklar da dönüyordu. Törenin sonunda, koro halinde: “Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Muhammet onun elçisidir” diye bağırıyorlardı. Bunun üzerine, başkanın elini öpüp çekiliyorlar. Her şey çok büyük bir ciddiyetle yapılıyor. Bu insanların yaşam biçimlerinden daha ciddi bir şey yok. Başlarını kaldırıp bakmıyorlar ve düşünceye dalmış gibi görünüyorlar. Bunu ayrıntılı olarak anlatmak gülünç olmasına karşın, alçak gönüllü hallerinde dokunaklı bir şeyler var.”[12] Lady Montagu, bu medresede bir Mevlevî sema törenini izlemiştir. Bu ayinde uygulanan ritüelleri de aktarmaya çalışmıştır.

            Mevlevilik (Mevleviyye, Osmanlıca: مولويه) büyük ve ünlü sufi tarikatlarından biri. Adını kurucusu Sultan Veled’in babası ve tarikatın ilkelerini oluşturan Mevlana Celaleddin Rumi’den (Mevlana) alır.

            Bir tarikat kurmamış olsa da bunun temellerini attı. Dostlarıyla birlikte sohbet toplantıları düzenler, bu toplantılarda dini konuşmalar yapılır, müzik dinlenir, sema yapılır ve zikredilirdi. Zamanla Mevlana’nın fikirleri yayıldı ve toplantılarına katılmak isteyenlerin sayısı arttı. Bu kişilerin bazıları İran ve Arabistan gibi yabancı ülkelerden geliyorlardı. Mevlana, toplantılara düzen vermek için bazı kurallar koydu. Bu düzen, Mevlevilik tarikatı ritüellerinin kökenini oluşturacaktı.

Mevlana’nın oğlu Sultan Veled postnişin (şeyh) olduktan sonra bir tarikat merkezi (tekke) inşa edildi. Bu tekkede Kur’an ve Mesnevi okunuyor, sufi tarikatlardan biri haline geldi. Mevlana’nın, yakınları ve dostlarının defnedilmiş olduğu Konya’daki Yeşil kubbe (Kubbe-i Hadra), tarikatın manevi merkezi halini aldı. Bugün de pek çok Müslüman bu türbeyi ve yanındaki tekkeyi ziyaret etmektedir.

Mevleviliğinin başlangıcında sema ayini, dervişlerin vecde gelmesiyle başlıyordu. Ulu Arif Çelebi zamanında semadan önce Kur’an ve gazeller okunmaya başladı. Sema ayini Mukabele denilen günümüzdeki şeklini 15. yüzyılda Pir Adil Çelebi zamanında aldı.

            Mevleviliğin gelişmiş bir adap ve kural sistemi vardır… Misal, ortak tabaktan yemek yeniyorsa kaşığın bir tarafı ile yemek alınır diğer tarafı ile yemek yenir. Kaşığın ağza değen kısmının yemeğe değmemesine özen gösterilir… Ayrıca âlemdeki tüm varlıklar Allah’ın birer parçaları olduğu varsayılarak onlara değer verilirdi. Örneğin; kaşık öpülerek yemeğe başlanır, sırtlarına giydikleri yelekler öpülerek giyilirdi… Mevlevilikte de diğer tarikatlarda olduğu gibi yün giyilir ve bu da maddi ve özellikle manevi fakirliğin bir gösteriliş şeklidir.

            Mevlana’nın tasavvufu, sırf mistik ve idealist bir tasavvuf olmayıp mahdut varlıktan, ferdiyetten ve ferdi ihtiraslardan tamamiyle sıyrılmak ve halka, topluluğa yayılmak sûretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta hudutsuz bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde, moral sahadaysa herkesin kendisini, bir kâmile uymak suretiyle ıslâhı ve umumî olarak hayra, güzele ve iyiye doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realitede amelî karaktere sahip olan bir tasavvuftur.[13]

            Özünü teşkil edecek şekilde verilen bu tanımlamalarla, Mevlevîlik ve ayinleri hakkında ayrıntılı bilgi edinmeyi kaynaklara atıfta bulunmak daha işlevsel olacaktır. Dönemin medreselerinden birinde bu ritüellere rast gelen Lady Montagu, etkilendiği ve betimlemeye çalıştığı bu törenlerin folklorumuzdaki yerini bir kez daha kesinleştirmiştir. İstanbul’da uzun süre kalan Lady Montagu her geçen gün bir başka törenle karşılaşmaktadır. Planlı olarak görmeye gittiği bu törenler onu çok etkilemektedir. O da bu etkilenme heyecanı ile gördüklerini dost ve arkadaşlarına mektup olarak aktarmaya devam etmektedir. Yine, mektuplarından birinde, bir Türk gelinin konuklarını hamamda ağırlama törenlerine ve geleneksel uygulamalarına değinmektedir. Ayrıntılarını atlamadan anlatmaya çalışan Lady Montagu, bu uygulamalardan keyifle bahsetmektedir. “Üç gün önce, kentin en güzel hamamlarından birindeydim. Bir Türk gelinin konuklarını kabulünü ve bu münasebetle, yapılan tüm törenleri izleme fırsatını yakaladım.  Bu törenler bana Theocrite tarafından anlatılan düğün evrelerini anımsattı; görgü ve gelenekler sürüp gitti. Akraba olan iki ailenin tüm hanım dostları, tüm bildik ve tanıdıkları hamamda bir araya gelmektedirler. O gün, orada en az iki yüz kadın bulunduğunu sanıyorum. Daha önce evlenmiş olan kadınlar odanın etrafındaki mermer sofalara oturdular. (…) İçlerinden ikisi, annesi ve saygın başka bir akrabasıyla gelen gelini kapıda karşıladılar. Gelin, aşağı yukarı on yedi yaşlarında zengin bir biçimde giydirilmiş, kıymetli taşlarla parıldayan güzel bir genç kızdı. Onu hemen soyup doğal hale getirdiler. Diğer iki kız, yakut renkli kapları koku ile doldurup tören yürüyüşüne başladılar. Öteki kızlar, hepsi otuz kişi olmak üzere, ikişer ikişer onları izlediler. Tören alayını yönetenler bir düğün övgüsü söylediler, diğerleri koro halinde bunu yinelediler ve son ikisi gelip, başları önde, hoş bir sevecenlikle, gelini alıp götürdüler. Bu düzen içerisinde hamamın üç büyük salonunu dolaştılar. Sahnenin güzelliğini gözlerinizin önüne sermek güç bir şey. (…) Dolaşma son bulunca, gelin kendisine gönül okşayıcı sözler söyleyip mücevherler, kumaşlar, mendiller ve bu tür ufak tefek şeyler gibi armağanlar veren saygın yaşlı hanımlara sunuldu. Bu armağanlar için ellerini öperek teşekkür ediyordu.”[14] Bu gelenek evlilik kurumuna başlayacak olan çiftlerden gelin için yapıldığı gibi erkek için de yapılan bir uygulamadır.

            Anadolu’nun pek çok yerinde kına gecesinden önce, gelin hamama götürülür. Eğer

yörede hamam yoksa böyle bir âdete rastlanmaz. Hamamın bulunduğu şehir ve kasabalarda,

oğlan evinin davetiyle kız ve oğlan tarafının yakınları ve kızın arkadaşları hamama giderler.

Orada geline kına yakılır, şarkılar söylenir, oyunlar oynanır. Konukların da eşliğiyle gelin

yıkanır. Eskiden, oğlan anaları hamamda oğullarına kız beğenirlermiş. Kapalı toplumlarda

hamam, aynı zamanda kızın vücudunda bir sakatlığın olup olmadığının öğrenilmesi için vesile

olmuştur.[15]

            Tüm bu törenler ve gelenekler Anadolu’nun folklor zenginliğini göstermektedir.Zira, bu törenler ve gelenekler kültürümüzün sadece birer parçalarıdır. Lady Montagu’nun gözlemlerindeki bu ayrıntılı betimleme de bir kaynak teşkil edecek vasıftadır. Halkbilimi açısından da gayet elzem ve mühim ürünlerin birer yansımalarıdır.

            İnanışlar ve Töreler

            Edirne’den yazılmış bir mektup da Anne Thistlethwayte’e özel bilgiler dâhilinde yazıya geçirilmiştir. Bu mektupta da ilginç ayrıntılardan söz etmektedir. Bu ayrıntılar halk biliminde dinsel açıdan motifleşmiş ürünlerle örtüşmektedir.

            “Burada bazı kuşlara bir tür dinsel bir saygı gösteriliyor. Bu yüzden, bu kuşlar baş döndürücü bir biçimde çoğalmaktadırlar. Susuzlukları nedeniyle kırlangıç ve her kış mevsimi, Mekke’ye hacca gittiği düşünüldüğü için leylekler. Gerçeği söylemek gerekirse, bunlar Türk hükümetinin en mutlu uyruğudur. Ayrıcalıklarının öylesine bilincindedirler ki sokaklarda korkmadan yürürler ve yuvalarını evlerin alçak kısımlarına yaparlar. Böylece konutları bu kuşlar tarafından seçilmiş olanlar mutludurlar; halkın Türk kesini o yıl yangın ya da veba tehlikesiyle karşılaşmayacağına iyice inanmıştır. Bunlardan birinin kutsal yuvasının odamın penceresinin altında olma mutluluğuna sahibim.”[16] 

            Lady Montagu, Lady Bristol’a Edirne’den yazdığı bir mektubunda Türklerin büyükler, makam sahipleri ve yaşlılar hakkında kötü söz söylemekten kaçındığını belirtmektedir. Saygının gereği neticesinde oluşan bu durum Lady Montagu’nun da gözünden kaçmamıştır. “Bizde olduğu gibi, büyükler hakkında kötü sözler söylendiği görülmez, (…).”[17]

            “Ahlaklılık ve iyi davranış konusuna gelince, Arlequin ile birlikte şunları söyleyebilirim: “Onlarla ve bizimle aynı şey.” Türk kadınları Hıristiyan olmadıklarından, daha az günah işlemektedirler. Ananelerini pek az bildiğim şu anda, onları anlatan tüm yazarların örnek oluşturacak ağız sıkılıklarına ya da aşırı uyuşukluklarına hayran olmaktan kendimi alamıyorum. Onların bizden daha fazla özgürlüğe sahip olduklarını görmek çok kolay. Belli bir sosyal sınıftan hiçbir kadının iki Müslim örtü olmadan sokağa çıkmasına izin verilmez. Bunlardan biri, gözlerin dışında, tüm yüzü örtmekte, diğeri tüm saçları saklayıp arkadan bele kadar inmektedir. Vücutlarının şekli ferace adı verilen giysiyle tamamen gizlenmiştir. Hiçbir kadın sokakta feraceden vazgeçemez. Parmakların ucuna kadar inen uzun kolları bulunan bu giysi, onları bir pelerin gibi sarmaktadır. Kışın yünlü kumaştan, yazın basit bir kumaştan ya da ipekten yapılmaktadır. Bunun gerçek bir kıyafet değişimi olduğunu anlıyorsunuzdur. Öyle ki bir hanım kölesinden ayırt edilememektedir. En kıskanç erkeklerin sokakta karşılaştığı zaman, karısını tanıması olanaksızdır. Hiçbir erkek sokakta bir kadına dokunmaya ya da onu izlemeye cesaret edemez.”[18] Bu gözlemlerden anlaşıldığı üzere, dönemin şartları göz önüne alındığında törelere uygun davranıldığı ve bu davranışın Türklerin güven ortamına düşkünlüğü, tartışmalı da olsa bir seyyahın gözünde böyledir.

            “Türk kadınlarının tümüyle imparatorluğun yegâne özgür halkı olduklarını düşünüyorum. Divan bile onlara saygı göstermekte ve padişah, bir paşa asıldığında, haremin ayrıcalıklarına hiçbir zaman dokunmamakta, harem aranmamakta ve her şey tümüyle duluna bırakılmaktadır. Kadınlar, hanımın seçmiş olduğu birkaç ihtiyar kadının dışında, kocanın yüzlerine bakma hakkına sahip olmadığı cariyeler üzerinde egemendirler. Yasalarının Türk erkeklerine dört kadınla evlenme hakkı verdiği doğrudur. Ancak, bu özgürlükten yararlanan ne erkek, buna katlanan ne de kadın örneği yoktur. Bir koca kararsız olduğu zaman (bunlar olağan şeylerdir) metresinin geçimini ayrı bir evde sağlamakta ve kendi evindeymiş gibi, özel olarak onu ziyaret etmektedir. Bu imparatorluğun tüm ileri gelenleri arasında kendisi için, çok sayıda cariyenin geçimini sağlayan defterdarı tanıyorum yalnızca. Ondan bir çapkın olarak söz edilmektedir –biz bir zampara deriz- ve karısı onun evinde yaşamını sürdürmesine karşın, bu durumu görmemektedir.”[19] Erkeğin dört kadınla evlenme hakkı İslam ile birlikte Türklere gelmiştir. Türklerde İslamiyet’ten önceki dönemlerde tek eşlilik görülmektedir. Zaten, Lady Montagu da dönem insanlarının bu limitle ilgilenmediklerini söylemektedir. Türk kadınlarının asil duruşları ve erkeğine hâkim vasıflarından dolayı bu toplumda bu anlayışın yürümesi de imkânsızdır. Ayrıca, İslamiyet’te esas olan da tek eşliliktir. Dönem itibariyle evlilik kurumunun belki de töresel olarak bir değerlendirmesi yapılmıştır.

            İslamiyet’le birlikte sakal uzatma sünneti ritüeli oluşmuştur. Bu ritüel İslam milleti olan Türkler arasında da yaygın olarak görülmektedir. Bunu Lady Montagu, şu ifadeyle ortaya koymaktadır: “Uzun sakallı yarım düzine ihtiyar paşanın güneşin altında uyukladığını görünce, (…).”[20] Lady Montagu, bu inanıştan ortaya çıkan bir şiardan da küçük de olsa bahsetmiştir.

            Lady Montagu, mektuplarında Türklerin Hareme verdiği önemden de bahsetmektedir. Türk erkeklerinin namus konusunda çok katı olduklarını ve kadınlarından bahsetmediklerini de gözlemlemiştir. “Kadınlara ait olan dairelerin tümü gözlerden ırak, çok yüksek duvarlar içerisindeki alanlar olan bahçelerden başka bir görünüm olmaksızın, arka kısımlarda yapılmıştır.”[21] Bu gözlemden yola çıkarak harem anlayışının önemli olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı saraylarındaki Harem bölümünün hüviyeti daha farklıdır.

            Dönemin sosyal hayatını ayrıntılı bir biçimde anlatan Lady Montagu’nun gözlemlerinden mezarlıklar da kaçmamıştır. “Ne olursa olsun, bir cenaze anıtı olarak kullanılan bir taş buradan alınamıyor. Bazıları çok değerli, nefis mermerden yapılmış. Bir erkeğin anısına, ucu bir sarıkla son bulan bir sütun dikiliyor ve çeşitli sarık şekilleri o kişinin nitelik ya da mesleğini belirlediği için, bu, ölünün silahlarını çekmenin bir şekli oluyor. Ayrıca, mezar taşları üzerinde genelde, altın yaldızla yazılmış bir kitabe bulunuyor. Hanımların mezar taşları basit ve süssüz. Evlenmeden ölenlerinki bunun dışında. Bunlarınki bir gül ile son buluyor. Bir aileye ait olan mezarlar demir parmaklıklarla kapatılır ve etrafı ağaçlarla çevrilidir. Sultanların ve büyük kişilerin mezarlarında sürekli olarak ışıklar yanar.”[22]

            Tarihî süreç içerisinde Türk toplulukları arasında inanılan dinler çerçevesinde çeşitli mezar kültleri ve defin merasimleri ortaya çıkmıştır. İslâm öncesi dönemde bu kült ve merasimler bir dinden diğerine geçilirken terk edilmemiş, yeni dinin prensipleriyle uyumlu hâle getirilmiştir. Böylece Hunlar zamanında ortaya çıkan kült ve merasimler bile günümüze kadar ulaşma imkânı bulmuştur. Ölünün kefenlenmesi, tabuta konması, mezarın baş ve ayakucuna taş dikilmesi, mezar anıtları yapılması, mezar başına ağaç dikilmesi, ölünün ardından yas tutulması, belirli günlerde çeşitli anma törenlerinin yapılması, ölü ardından yemek verilmesi, karalara bürünme gibi âdet ve gelenekler bunlardan başlıcalarıdır.[23] Ayrıca, mezar baş tarafına konulan mezar taşlarının baş kısmına çeşitli sarık motiflerinin konulması da bu geleneklerden bir tanesidir.

            “Dinlerinden söz ederken iki özelliği söylemeyi unuttum: Birini okumuş olduğum kitaplardan biliyordum. Ancak, buna inanmayı düşünmüyordum. Bununla birlikte, bir erkek karısından en görkemli bir biçimde ayrıldığı zaman başka bir erkeğin onunla bir gece geçirmesine izin vermezse, onunla tekrar evlenemeyeceği doğrudur. Sevdiği kadınla tekrar evlenmemekten çok, bu yasaya uyan kişilerin örnekleri var. Öğretilerinin diğer tarafı çok olağanüstü. Evlenmeden ölen her kadın cehennem azabına uğramış olarak kabul edilmektedir. Bu inancı, kadının üretmek ve çoğaltmak için yaratıldığı nedeniyle desteklemektedirler. O dünyaya çocuklar getirdiği ya da onlarla ilgilendiği zamandır ki yeteneğine göre kullanılmıştır. Bunlar Tanrı’nın ondan beklediği tüm erdemliklerdir. Ve gerçekten de, kadınlara toplumsal her türlü etkinliği yasaklayan yaşam biçimleri onlara yapacak başka bir şey bırakmamaktadır. Onların kadınlara vermedikleri ruhun bizde geçerli olan görüşü bir yanlışlıktır. Erkeklerin, kadınların daha düşük türden bir ruha sahip olduklarını, yüce güzellikler yanında olacak olan erkeklere ayrılan cennete kabul edilmeyi ummamalarını söyledikleri doğrudur. Ancak, tüm iyi kadınların sonsuz mutluluktan yararlanacakları, aşağı düzeydeki ruhlara ayrılmış olan mutluluk yerleri bulunmaktadır. Kadınların çoğu boş inançlıdırlar ve yararsız bir canlı durumunda ölmek korkusuyla, on gün bile dul kalamazlar. Fakat, özgürlüklerini sevenler ve dinlerinin tutsağı olmayanlar ölmekten korktuklarında evlenmekle yetinirler. Tanrı için, hiçbir şeyin sonsuz temizlik dileğine yeğlenmeyeceğini bize söyleyenin görüşünden çok farklı bir dinbilim bölümü. İkisinden hangi Tanrıcılığın daha akılcıl olduğuna karar vermeyi size bırakıyorum.”[24]

            Bu gözlem ve bilgiler ışığında Türklerin evlenme ve boşanma ritüelleri hakkında aydınlatma yapma doğru olacaktır. Kurân-ı Kerim’de; boşamanın iki defa olduğu, bundan sonra, ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek gerektiği belirtildikten sonra (Bakara, 229) bir sonraki ayette şöyle buyrulur: “Böylece (kocası) onu (iki hakkını da kullandıktan sonra üçüncü defa) boşarsa, artık bundan sonra (o kadın) ondan başka bir koca ile evlenmedikçe ona helâl olmaz. Bununla beraber (bu ikinci kocası da) onu boşarsa, Allah’ın hududuna riayet edeceklerini zannettikleri takdirde, artık birbirlerine dönmelerinde onlara bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın hudududur, (ehemmiyetini) bilecek bir kavim için onları açıklıyor.” (Bakara, 230)

            Bu ayete ve İslâm’ın diğer hükümlerine göre, meşru bir hullenin şartları şunlardır:

            1) Bir defada veya ayrı zamanlarda üç kere boşanan kadın iddetini tamamlayacak.

            2) Bundan sonra, başka bir erkekle, sahih nikâhla evlenecek

            3) Evlendiği ikinci kocasıyla zifaf meydana gelecek.

            4) Ölüm veya boşama suretiyle bu ikinci evlilik sona ermiş bulunacak.

            5) Kadın, ikinci kocadan olan iddetini tamamlamış olacak.

            Ancak bu şartlar yerine geldikten sonra bir erkeğin üç defa boşadığı karısıyla yeniden evlenmesi mümkündür. (el-Cassâs Ahkâmü’l-Kur’ân)[25] Hulle adı verilen bu ritüel erkeklerin eşlerinin kıymetini bilmesi açısından, getirilen kurallardan bir tanesidir. Bu kural ile birlikte bir atasözü de oluşmuştur: “Bekara karı boşamak kolaydır.”

            Lady Montagu, mektuplardan birinde de evliklerden olan çocukluluk ve çocuksuzluluk durumunu anlatmaktadır. Çocuksuzluğun çıkarmış olduğu sosyal baskıyı da gözlemlemiştir. “Bu ülkede çocuksuz evli olmak, bizdeki evlenmeden çocuğu olmaktan daha aşağılanacak bir şey. Genel kanı şu ki; bir kadın, yüzü aksini söylese de, çocuk taşımaktan geri kalırsa, bu onun bu iş için çok yaşlı olmasındandır. Sonuç, buradaki hanımlar genç olduklarını kanıtlamaya öylesine hazırdırlar ki doğanın hazineleriyle yetinmeyip, çocuk yapma yaşını geçmiş olma utancından kaçınmak için, her türlü yönteme başvurmakta ve çoğu zaman bundan ölmektedirler. Tanıdığım on yaşında evlenen tüm kadınların abartmasız on iki on üç çocukları olmuş. Yaşlı kadınlar yirmi beş otuz çocuk sahibi olmakla öğünmekte ve üretkenlik sayısına göre saygınlık görmektedirler. Hamile olduklarında, bu kez Tanrı’nın kendilerine iki çocuk göndermek lütfunda bulunacağını umduklarını sık sık söylemektedirler. Kendilerine arzu ettikleri çoluk çocuğun gereksinimlerini nasıl karşılamayı düşündükleri sorulduğunda, yarısının salgınlarla ölebileceği yolunda yanıt vermektedirler. Bu kadar çocuğu doğurma onurunun yeterli olduğu anne ve babaları fazla üzmeden olup bitenler işte bunlar.[26]

            Türklerde çocuksuzluk destanlara konu olmuş bir durumdur. Çocuksuzluğun bir lanet olarak görüldüğü, bu karı kocaların saygın olmadığı Türklerde bu konuda çok fazla örnekler mevcuttur. Dede Korkut destanlarından biri olan “Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı”nda: “Bir gün Kam Gan oğlu Han Bayındır yerinden kalkmıştı. Şami otağını yeryüzüne diktirmişti Alaca gölgeliği gökyüzüne yükselmişti. Bin yerde ipek halıcığı döşenmişti. Hanlar hanı Bayındır yılda bir kere ziyafet verip Oğuz beylerini misafir ederdi. Gene ziyafet tertip edip attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirmişti. Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu. Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin demiştir. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun, oğlu kızı olmayana Allah Teala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bilsin demiş idi.

            Oğuz beyleri bir bir gelip toplanmağa başladı. Meğer Dirse Han derlerdi bir beyin oğlu kızı yok idi. (…) Bayındır Han‘ın yiğitleri Dirse Han’ı karşıladılar. Getirip kara otağa kondurdular. Kara keçe, altına döşediler. Kara koyun yahnisinden önüne getirdiler. Bayındır Han’dan buyruk böyledir hanım, dediler.

            Dirse Han der: Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü, kılıcımdan mı gördü. Soframdan mı gördü, benden aşağı kimseleri ak otağa, kızıl otağa kondurdu, benim suçum ne oldu ki kara otağa kondurdu dedi.

            Dediler: Hanım, bugün Bayındır Han’dan buyruk şöyledir ki oğlu kızı olmayana Tanrı Teala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiştir dediler.Dirse Han yerinden kalktı, der: Kalkarak yiğitlerim yerinizden doğrulun, bu garaip bana ya bendendir ya hatundandır dedi .” geçen ifadeler eski Türklerin çocuksuzlara bakışını ortaya koymaktadır.

            Osmanlının son dönemlerini gözler önüne seren bu mektuplar, birer izlenim olmaktan çıkıp tarihe ışık tutan belgeler niteliğinde değerlendirilebilir. Gözlemlerde yer yer kişisel görüşlere rastlansa da çoğunun objektif yansıtıldığını söyleyebiliriz.

            “Son Padişah Sultan Mustafa’nın gözdesi Hafize Sultan’ı görmeye gittim. Biliyor ya da bilmiyorsunuzdur, Sultan Mustafa şu andaki padişah olan erkek kardeşi tarafından tahttan indirilmiş ve genel olarak sanıldığı gibi, birkaç hafta sonra zehirlenip öldürülmüştür. Ölümünden sonra, karısı saraydan ayrılma ve Bab-ı Ali’nin ileri gelenleri arasından bir koca seçmek buyruğu almıştır. Onun bu öneriyi sevinçle karşılayacağını düşünürsünüz. Tam tersi: Kraliçe denilen ve kendilerini öyle kabul eden bu kadınlar, bu özgürlüğün başlarına gelebilen en büyük gözden düşüş ve en büyük aşağılanma olarak görmektedirler. Padişahın ayaklarına atılıp ondan, erkek kardeşinin dul eşinin bundan aşağılanma suretiyle yararlanacağına kendisini öldürmesini istemiş. Üzüntüsünün verdiği acı içerisinde, padişaha, Osmanlı Hanedanı’na beş şehzade vermiş olduğundan, kaderin bu darbesinden korunması gerektiğini söylemiş. Ancak bu şehzadelerin hepsi öldüğü ve yalnızca bir tek kız çocuğu kaldığı için, bu özür kabul edilmemiş ve kadın seçimini yapmak zorunda kalmış. Herkesin niyetinin kesinliği konusunda inandırmak için, seksen yaşında bir ihtiyar ve o zaman müsteşar olan Bekir Efendi’yi seçmiş: İkinci bir kocanın yatağına yaklaşmasından rahatsızlık duymamaya and içmiş. Bir uyruğa karısı olarak çağırılmak onurunu vermek zorunda olduğuna göre, kendisini ölen kocasına on yaşında sunan o olduğu için, bir gönül borcu olarak Bekir Efendi’yi seçiyordu. Fakat özellikle yirmi bir yaşındaki bir dul kadının –şu anda otuz altı yaşındadır- Hıristiyanlar da ender görülen bir sabırla, üzüntüsü içine kapanmış olarak tüm zamanını geçirdiği Bekir Efendi’nin evinde on yıldan beri kalmasına karşın, onun hiçbir zaman kendisini ziyaret etmesine izin vermemiştir. Kendisini koruyacak harem ağası yoktur, kocası ona bir kraliçe gibi saygı göstermek zorundadır ve dairesinde olup bitenleri soramamaktadır.”[27] Dönemin sosyal hayatında geleneksel ve töresel davranış ve kabuller doğrultusunda, sarayda cereyan eden bu olayların birer yansımasını gözlemleyen Lady Montagu, Avrupa insanları ve elitlerinin yaşamlarında da olan bu tür olayları kıyaslamıştır. Bu kıyasları da mektuplarında dostlarına aktarmıştır. Kocası ölen kadına davranışın bu dönemdeki durumlarını ayrıntılı bir biçimde aktarmıştır.

            “Bundan, benden önceki Hıristiyanlara göre daha bir hoşlukla söz edince, benim yarı Türk olduğumu sanacaksınız. Türklerin esirlere karşı gösterdikleri insanlığı nasıl alkışlamamalı? Onlara hiçbir zaman kötü davranılmamaktadır. Benim gözümde, bunların tutsaklığı dünyanın geri kalan kısımlarındaki köleliğe değer. Hiç ücret almadıkları doğrudur. Fakat onlara her yıl, bizim hizmetçilerimizin aylığından daha pahalıya gelen giysiler verilmektedir. Erkeklerin kadın esirleri iğrenç düşüncelerle satın aldıklarını söyleyeceksiniz. Bence bu esirler bizim büyük Hıristiyan kentlerimizde halka açık olarak ve daha iğrenç biçimde satılmakta ve satın alınmaktadır.”[28] Yine bu dönemin yaşam tarzında kölelerin ve hizmetçilerin de sosyal hayattaki durumlarını ve vasıflarını ortaya koyan Lady Montagu, onların kendi memleketlerindeki durumlarından daha iyi olduğunu söylemektedir.

            Osmanlı İmparatorluğu’nda kölenin kaynağı, ticaret yoluyla elde edilen köleler ile büyük ölçüde savaş esirleriydi. Savaş esirlerini köle haline getirme ilk olarak Orhan Bey döneminde başlamıştı. Özellikle Orhan Bey döneminin sonlarına doğru bu yöndeki gelişme daha belirgindir. Onun öncesinde Osman Bey döneminde ise savaş esirleri öldürülür, fidye karşılığı serbest bırakılır veya hür insanlara verilen ücretin yarısına tarlalarda çalıştırılırlardı. Esirler; kadın – erkek, güzel – çirkin, yaşlı – genç vb kriterlere göre sınıflandırılıp değer biçildikten sonra diğer ganimetlerle birlikte beş hisseye ayrılır ve devlet payı olarak beşte biri alındıktan sonra geriye kalan beşte dördü savaşa iştirak edenlerin arasında pay edilirdi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda, devlete ait kölelerin kaynağı bu beşte birlik kesime dayanmıyordu. Sık sık köle ihtiyacı ortaya çıkıyor ve devlet böyle durumlarda özel şahıslardan ihtiyacı nispetinde köle satın alır ya da kiralardı. Akıncıların savaş esnasında yaptıkları harekâtlar, esir elde etmenin bir başka yoluydu. Güz aylarında devletin gösterdiği hedeflere yapılan akınlar neticesinde elde edilen esirler, satılmak üzere esir pazarlarına gönderilirdi. Bazı yeniçeriler bu işi bir geçim aracı haline getirmişlerdi. Kalelerde görevli olan yeniçeriler, bey ve hanlıklarla anlaşarak esir toplarlardı. Bu durum, 1699 Karlofça ve 1700 İstanbul anlaşmalarıyla yasaklanmıştır.

            Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bir diğer köle kaynağı, köle ticaretiydi. Ticaret yoluyla gerçekleşen kölelik sistemi de kendi içinde üç farklı noktaya dayanmaktadır: Kaçırma, hediye etme ve bizzat ailelerin satışıyla köleleştirme. Kişilerin kaçırma yoluyla kölelik sistemine sokulması hukuken yasak olmasına rağmen, insanlar çeşitli yollarla kaçırılarak esir pazarlarına satılırlardı. Ölüm cezası dahi bu durumun önüne geçememiş, kaçırma yöntemi uzun dönemler boyunca devam etmiştir. Kölelik sistemini kaçırılma yöntemi dâhilinde besleyen başlıca üç bölge bulunuyordu:

  1. Orta ve Doğu Avrupa (Macaristan, Eflak, Boğdan, Rusya, Polonya ve Ukrayna)
  • Kafkasya
  • Afrika

            Kaçırılma yönteminde deniz korsanlarının da büyük payı bulunuyordu. Bu konuda çok çeşitli, ilginç örneklerle karşılaşılmaktadır. Doğu Anadolu’da bazı köylere baskınlar düzenleyen insanlar, aldıkları bu esirleri daha sonra “Yezidî” diyerek satmaktaydılar. Bunun yanı sıra bazı ailelerin çocuklarını kendi rızalarıyla sattıkları da görülmekteydi. Bu gelenek Kanunî Sultan Süleyman devrinde başlayarak 20. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Özellikle; Gürcü, Tatar ve Çerkezlerin çocuklarını sattıkları bilinmektedir.

Öte taraftan, hediye etme yoluyla kölelik pek sık görülmemekteydi. Güçsüz devletlerin himaye edilme amacıyla bağlandıkları Osmanlı İmparatorluğu’na; padişah ve devletin ileri gelenlerine hediye amacıyla gönderdikleri köle ve cariyeler, bu tür kölelik sisteminin kaynağını oluşturmaktadır. Ayrıca komutanlar, savaş esnasında ele geçen esirler arasında bulunan güzel kız ve oğlanları satmaz, fidyeyle serbest bırakmaz; genellikle padişah veya vezirlere hediye olarak sunarlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun de, elçiler aracılığıyla İslam ülkelerine köle ve cariye gönderdiği görülmüştür.

            İnanış ve töreler dairesinde değerlendirebileceğimiz unsurlardan biri de daha önce törenler arasında gösterdiğimiz dervişlerin ayinleridir. Bu ayinler İslamiyet’ten sonra ortaya çıkan tasavvufî akımların neticeleri ve ritüelleridir.

            Elbiseler ve Temizlik

            Lady Montagu, Edirne’den Lady Mar’a yazdığı bir mektubunda Türkler gibi giyinişinden bahseder. Gördüklerini ve yaşadıklarını ona da anlatmak istemektedir. Bu hissiyatla yazdığı mektubunda: “Buradaki yenilikleri tam ve gerçek olarak anlatmak suretiyle, minnettarlığınızı kazanmaya çalışacağım. En büyük şaşkınlığınız, şu anda olduğum gibi, beni Türk usulü giyinmiş olarak görmeniz olurdu. (…) Bu arada, size vereceğim bilgiler şunlar: Giysimi oluşturan ilk öğe, topuklara kadar inen ve sizin eteklerinize göre daha bir utançla bacakları gizleyen, çok bol bir şalvardır. Simden çiçekler işlenmiş, pembe renkli kareli kumaştan yapılmıştır. Beyaz oğlak derisinden yapılmış olan ayakkabılarım da simle işli. Bunların üstüne, nakışlı, güzel beyaz ipek gömleğim düşmektedir. Bu gömleğin geniş kolları dirseğe kadar inmekte ve elmas bir düğmeyle yakası kapanmaktadır. Ancak, gömleğin kumaşının arasından, göğüslerin rengi ve biçimi çok belirgin bir biçimde ayrımsanmaktadır. Entari, beyaz ve altın renkli damlalar halinde, arkadan uzun sırma püsküller, elmas ya da gümüş düğmelerle sarkan çok uzun kollarıyla, beli saran bir cekettir. Şalvarımla aynı kumaştan olan kaftanım vücuduma yapışık, çok ince uzun kollarla, ayak bileklerine kadar inen, tam boyuma göre yapılmış bir giysidir. Belinde, hemen hemen dört parmak genişliğinde bir kuşak; durumları iyi olan hanımlar bu kuşağın üzerini elmas ya da değerli taşlarla kaplatmaktadırlar. Bu harcamayı karşılayamayan hanımlar, kuşağı çok nefis bir biçimde nakış işlenmiş satenden seçmektedirler.[29] Türkler gibi giyinmenin hazzını Lady Mar’a da yaşatmayı istemektedir. Giydiği bu elbiselerle Türk kadının sosyal yaşamında kullandığı giysileri ayrıntılı ve uygulamalı aktarmaktadır. Simli ve işlemeli elbiselerin kadınlar arasında dikkat çekme görselliği olan kuşakların elmas ya da değerli taşlarla süslenmesi de ayrı bir zenginlik ve gösteriş ifadesi olarak dikkati çekmektedir. Orta halli Anadolu kadınının giyimini anlatan bu bölüm, sosyal hayattaki giyim tarzını ortaya çıkarmaktadır.

            “Yaşamımda hiçbir zaman bu kadar güzel saçlar görmedim. Bir hanımın başında, doğal halde yüz on örgü saydım. Ancak, bizdekinden daha fazla olarak her tür güzelliğin bulunduğunu kabul etmek gerekir. Güzel olmayan genç bir kadına rastlamak şaşılacak bir şeydir. Dünyanın en güzel tenine ve genel olarak iri siyah gözlere sahipler.[30] Bu gözlemdeki Türk kadınlarının temizliği ve güzelliği, Lady Montagu’nun hayran bir tasvirle anlatmasını sağlamıştır. Ayrıca, Türk kadınının, saç örgüsü olarak tabir edilen belik örneğine de rast gelmiştir. Bu beliğin yüz on örgüden oluşması da kadınların uzun saça verdiği önemi göstermektedir. Bir güzellik görselliği olan saçların bakımı ve temizliği de dikkatini çekmiştir.

            Dönemin zengin bayanlarının en dikkat çeken kıyafetleri kaftan ve şalvar olmuştur. Bayanların kıyafetlerini ayrıntılı olarak anlatan Lady Montagu, bu iki giysinin hemen hemen her zengin bayanda olduğuna dikkat çekmektedir. Yine bir saraylı bayanı anlatırken ifadelerinde geçmektedir: “Beline iyice oturmuş, yalnızca buluzunun ince tülüyle örtülü boğazının güzelliğini daha fazla ortaya koyan, üzeri gümüş çiçekler serpili, altın renginde brokar bir kaftan[31] giyinmişti. Şalvarı[32] açık pembe, yeşil ve gümüş rengindeydi. Beyaz terlikleri zengin bir biçimde işlenmişti.”[33]

            Bir başka mektubunda ise dervişlerin kıyafetlerinden bahsetmektedir. Daha önce törenleri anlatırken de buradaki dervişlerin ayinleri sırasında giydikleri elbiselerini aktarmıştık. Yine rastladığı dervişlerin elbiselerini kısaca anlatan Lady Montagu, etkilendiği bu ayinlerden de sıkça bahsetmektedir. “Caminin arkasında, yoksul esnafın oturduğu dükkânlarla dolu bir çarşı bulunuyor. Burada, birçok dervişin ibadetini gördüm. Tek parça, yün bir giysi giyinmişler. Kolları çıplak. Başlarında, kenarsız yüksek bir şapka gibi, yün bir başlık var.”[34]

            Son Padişah Sultan Mustafa’nın gözdesi Hafize Sultan’ı görmeye giden Lady Montagu, onun da kıyafetlerini ve saray kadının duruşunu anlatmaktadır. “Giysisi, size betimleme fırsatını kaçırmayacağım kadar şaşırtıcı bir zenginlikteydi. Dolama denilen ve kaftandan daha uzun olan kollarıyla ayrılan bir ceket giyiyordu. Bu ceket koyu renkli bir kumaştandı. (…) Bu giysi bele daha küçük incili iki kordon püskülle bağlanmış ve kolların üzeri iri elmaslarla işlenmişti. Buluzu göğsünün üzerinde eşkenar dörtgen biçiminde iri bir elmasla kapanıyordu. (…) Başlığının etrafında, Düşes Marlborough’unki gibi dört kolye oluşturacak boyda, iri bir yakuttan oluşmuş ve etrafı çok güzel yirmi elmasla çevrili, iki gülle bağlı en güzel ve en beyaz dört sıra inci bulunuyordu.”[35] Tüm bu ayrıntılar dönemin saray kadınlarının gösteriş, ihtişam ve süse ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Ayrıca bir zenginlik ve güç simgesi olan bu değerli mücevheratla süslü elbiseler devletin zenginliğini de göstermektedir.

            Osmanlıda kadınların sokakta peçeli olarak gezdiklerini de anlatmıştır. Bir bayanın sokağa peçe[36] takmadan çıkamadığını gözlemlemiştir. “Kadınlar kente inmek için, peçe takmak zorundadırlar ve bundan, içtenlikle nefret etmektedirler. Kadınların Beyoğlu’nda peçe taktıkları doğrudur. Ancak bu yalnızca, onların güzelliklerini, avantajlarına olmak üzere, daha fazla ortaya koymaya yaramaktadır ki buna İstanbul’da izin verilmemektedir.”[37]

            Edebi Anlayış ve Ürünleri

            Bu günde yazılan mektuplardan biri de Alexander Pope’a gönderilmek üzeredir. Pope’a halkın konuştuğu Türkçeden bahsetmektedir. İzlenimlerini karşılaştığı şiirlerle de desteklemek için birkaç şiir eklemiştir mektubuna. “Konuşulan Türkçe, sarayda ya da konuşmaları sırasında dillerine başka bir ad verilebilecek Arapça ile Farsçayı birbirine karıştıran, yüksek görevliler arasında konuşulan şeyden çok farklıdır. Soylu bir kişi ya da yüksek tabakadan bir hanımla konuşurken, genel olarak kullanılan deyimleri kullanmak da gülünçtür. Bu, İngiltere sarayında, Somarset ya da Yorkshire ağzını konuşmak gibi bir şey olurdu. Ayrıca, şiir için ağdalı ifade adını verdikleri şeye sahipler. Bu, tam olarak kutsal kitapların stili. Sanırım, bunun gerçek bir örneğini görmek isterdiniz.”[38] Bu ifadelerle Lady Montagu, halkın dilinin elit tabir edilen kişilerden farklı olduğunu söylemektedir. Osmanlıda sosyal sınıf kavramının Batı dünyasından farklı olduğunu belirtmek gereklidir. Yine de sınıfsal durumlar görülmediği de söylenemez. Bu açıdan bakıldığında halkın daha duru bir Türkçe kullanması doğaldır. Arapça ve Farsça gibi dillerin unsurlarından daha yoksun olması da güzelliğidir. Ancak yönetim ve çevresinin bu unsurlarla süslü dili konuşması da dönemin bir gereği telakkilerinin yanlışlığındandır. Belirli bir gelenekten gelen bu çevrelerin konuşmalarında ve bilhassa eserlerinde görülen ağdalı tabir edilen anlatımların dolaylılığı da bir etkilenmeden gelmektedir. Bu etkilenmeler sadece dönemin değil, önceki devirlerin de bir geleneği halini alması, zamanla bir gereklilik ya da kendini hor görme neticesinde oluşmuş bir zümrelik oluşumundan doğmuştur. Lady Montagu’nun mektubuna aldığı şiirlerden biri şöyledir: “ Sultan III. Ahmet’in ablası Sultan Hanıma hitaben yazılmış Türkçe dizeler:

            Bülbül bağda dolaşıyor şimdi,

            Tutkusu aramak gülleri.

            Aşağıya inmiştim bağların güzelliğine hayran kalmak için,

            Ruhumu hoşnut etti büyüsü güzelliğinizin.

            Gözleriniz simsiyah ve güzel,

            Fakat bir ceylanınki gibi

            Aşağılayıcı ve vahşi.

            Çok istediğim kavuşmamız günden güne erteleniyor,

            Zalim Sultan Ahmet güllerden daha kırmızı şu yanaklarını görmeme izin vermiyor.

            Cesaret edemiyorum öpücüklerinden birini çalmaya,

            Güzelliğinizin büyüsü doldu ruhuma,

            Gözleriniz simsiyah ve güzel,

            Bir ceylanınki gibi

            Aşağılayıcı ve vahşi.

            Zavallı İbrahim Paşa, bu dizelerle çekiyor içini,

            Gözlerinizin bir bakışı, delip geçti kalbimi.

            Ah! Kavuşma saati gelecek ne zaman?

            Yine uzun süre beklemeli miyim, aman?

            Ruhumu şad etti büyüsü güzelliğinizin,

            Ah! Melekler meleği, ceylan gözlü sultan.

            Arzuluyorum, ancak gerçekleşmiyor arzum,

            Zevk alabilir misiniz kalbimle oynamaktan?

            Parçalıyor gözyaşlarım gökyüzünü,

            Girmiyor gözlerime uyku,

            Bana doğru dön, sultanım, dön ki güzelliğini seyredeyim,

            Elveda, artık mezara inmeliyim.

            Eğer beni çağırırsan, geri dönerim.

            Kükürt gibi sıcacık kalbim, içini çek, alevlenecek

            Sultanım, prensesim, gözlerimin tatlı ışığı, yaşamımın tacı,

            Saçmalıyorum! Yok mu acımanız?

            Bana bakmak için, geri dönmeyecek misiniz?[39]

            Bu mısraların tahlil ve tasnifi, çevirinin çevirisine uygulanacak olmasından, şaire haksızlık noktasında bir söz getirmemek için kalkışmamak gerekmektedir. Ancak Klasik edebiyatın sınırları içerisinde olduğu aşikârdır. Gazel tadındaki şiirin ölçü bakımından serbestlik arz etse de aslının nasıllığını da görmek gerekir. Karşılaştırmalı bir tahlil daha doğru sonuçlar verecektir. Bir paşanın padişahın ablasına yazdığı bu methiyenin mânâ kuvveti de ortadadır. İçten gelen terennümlerin bir neticesi olsa gerektir. Halk edebiyatının motiflerini taşıması bizim açımızdan daha verimli olabilirdi. Ancak görüntü olarak olmasa da içerik olarak Klasik edebiyatın mahsulü olduğunu anlamaktayız. Bu konuda Lady Montagu da şunları söylemektedir: “Bu dizelerin sözcüğü sözcüğüne tam bir çevirisini sağlamak için çok güçlük çektim. Çevirmenlerimi tanımış olsanız, onların şiirle bir ilişkilerinin olmadığı yolunda sizi inandırma zahmetinden kaçınırdım. Kanımca, bu şiirde çok güzel şeyler var. “Ceylan gözlü” deyimi, İngilizce olarak kulağa pek hoş gelmemesine karşın, benim son derece hoşuma gidiyor. (…) İlk iki kıtanın sonundaki yinelemeler çok nefis bir uyum oluşturmaktadır. Bu, eski, üslup… Dizelerin müziği üçüncü kıtada belirgin bir biçimde değişmektedir. Buradaki yineleme değişik, öyle sanıyorum ki sona doğru daha ateşli görünme olgusu var. Zira konu özellikle kalbe dokunduğu zaman, kişilerin kendi konuşmalarıyla ateşlenmeleri doğal bir şeydir. Tutkulu bir şarkıyı gerisiyle uyum sağlamayan bir deyimle bitirme olgusu modern tarzımızdan çok daha coşkulu bir şeydir. Birinci dize mevsimin bir anlatımıdır. Zira, tüm ülke bülbül dolu. Bülbüllerin gülle olan aşkı, bizim Ovide’nin şiirleri kadar ünlü Arap masallarının konusunu oluşturmaktadır. Bu sanki: “Şimdi Philomele şarkı söylüyor…” la başlayan İngilizce bir şarkı gibi. Peki ya, ne sonuç vereceğini görmek için, tüm şiiri İngilizceye çevirip yinelesem?

            Philomele tatlı uyumunu yeniliyor şimdi,

            Geceye vererek duyduğu acının zevkini.

            Güzelin şarkı söylediğini işitmek için, korulukları aradım,

            Bir yüz gördüm daha güzel ilkbaharda orada,

            Ve içinde binlerce güzelliğin oynaştığı iri ceylan gözlerinizi.

            Ateşi, canlılığı ve hatta vahşiliği.

            (…)

            Sizi seven zavallı, bu dizelerde yakınmakta,

            Acısı bu değerli güzellikten geliyor.

            Ne zaman gelecek öylesine istenen mutluluk anı?

            Daha da beklemeli miyim? Yaşayabilir miyim beklenti içerisinde?

            Oh! Etrafa ışıklar saçan sultan! Güzel, çok güzel bakire!

            Çektiğim acıdan yüreğiniz sızlamıyor mu?

            (…)

            İkinci dizede yazardan yana olmak serbestliğini gösterdim. Asma çardağının güzelliğine hayran olduğunu ve güzelliğinin ruhunu şad ettiğini söylediği zaman, bunda şiirsel bir düş ürünü görüyorum. O, sevgilisini ilkbaharın güzelliğine hayran kaldığı bahçede yalnız görmüş. Fakat bu çok yeni deyim dilimizde katı bir ses vermesine karşın, bir ceylanın gözleriyle gözlerin karşılaştırılmasından vazgeçemem. Çevirimde başarılı olup olmadığıma tüm içerisinde karar veremem. Dilimiz İngilizcenin, bizde çok ender olarak duyulan böylesine şiddetli bir tutkuyu belirtmeye uygun olmadığı kanısındayım. Türkçede çok bulunan ve çok anlamlı olan bu birleşik sözcüklerden bizler yoksunuz.[40]

            Padişahın sarayındaki kadınlar için yapılmış konutlardan birini gezerken duvarlarındaki yazılar dikkatini çekmiştir. “Bu konutlar çeşmelerle serinlemiş sık ağaç kümelerinin ortasında bulunmaktadır. Ancak, duvarlarının hemen hemen, terekle yazılmış Türkçe dizelerle kaplanmış olduğunu görmekten şaşkınlık duydum. Bu dizeleri çevirmenime açıklattırdım. Çoğu bana çok güzel göründü. Bununla birlikte, çevirinin onların güzelliklerinden çok şeyler kaybettirdiğini sanıyorum. Dizelerden biri sözcüğü sözcüğüne şöyle diyordu:

            Bu dünyaya gelip kalıyor ve çekip gidiyoruz,

            Kalbimdeki adam gitmiyor hiçbir zaman.”[41]

            Bu beyitteki adam sözcüğü bunu yazanın bir bayan olduğunu göstermektedir. Saray kadınlarının da edebiyatla ilgilendiğini söylemek mümkün olmaktadır. Zaten Osmanlı’da kadın şairlerin olduğu bilinmektedir.

            Lady Montagu, mektuplarına devam eder. Gözlemlerini ayrıntılı olarak yazan Lady Montagu, arkadaşlarından birine isteği üzerine Türkçe bir aşk mektubu bulur. Yine bu mektup da dönemin edebi anlayışını gösteren bir motif niteliğindedir. “İsteğiniz üzerine, sizin için Türkçe bir aşk mektubu buldum ve bu bir kutuya koyarak İzmirli bir kaptana verip mektupla birlikte size iletmesini buyurdum. Alttaki çeviri sözcüğü sözcüğüne yapılmıştır. Keseden çıkaracağınız ilk şey, Türkçe “İnci” denilen küçük bir değerli taştır ve şöylece anlaşılmalıdır:

            İnci            Sensiz genç kızların en güzeli

            Karanfil     Karanfilsin kararın yok

                              Gonca gülsün tımarın yok

                              Ben seni çoktandır severim

                              Senin benden haberin yok

            (…)

            Çıra           Aşkınla oldum çıra

            Sırma        Yüzünü benden ayırma

            Saç            Başımın tacı

            Üzüm        Benim iki gözüm

            Tel            Ölüyorum, tez gel

            Biber         Bize doğru bir haber.

            Bu mektubun tümünün dizeler halinde olduğunu görüyorsunuz. Bu amaca yarayan bir milyon dize olduğunu sanıyorum. Dize halinde olmayan renk, çiçek, bitki, meyve, ot, taş ya da tüy yoktur. Kavga edebilir, ayıplayabilir ya da aşk, dostluk veya basit nezaket kurallarını içeren mektuplar gönderebilir ya da parmaklarınızın ucunu mürekkeple lekelemeden haberler verebilirsiniz.”[42] İzahata gerek bırakmayan Lady Montagu, arkadaşına bu türden ayrıntılı bahsetmiştir.

         Diğer Unsurlar

         Bayan elbiselerini anlatırken onların kullandıkları aksesuarları ve motiflerini de ayrıntılı olarak aktarmıştır. Bir mektubunda bu motiflerin çiçeklerden oluştuğunu anlatmaktadır. “Fakat çoğu zaman, doğal çiçekleri taklit eden iri mücevherler moda. Goncaları incilerden olan güller, çeşit çeşit renkli yakutlardan yaseminler, elmaslardan, topazlardan fulyalar yapılmıştır.”[43] Bu çiçeklerin kült özelliği olduğunu söylemek doğru olmaz. Anca dönemin moda anlayışını yansıtması ve değer görmesi bakımından aktarmaya değerdir.

         Çiçek hastalığının tedavisini Türklerin bulduğu bilinmektedir. Lady Montagu da seyahat esnasında karşılaştığı insanlardan bazılarının bu hastalığa yakalandığına şahit olmuştur. Önceden ölümcül olan bu hastalığın tedavi şeklini de görmüştür. Bu hastalığın tedavisinden sonra bir bitkinin pansuman görevinde kullanılması da dikkatini çekmiştir. Ceviz kabuğunu pansuman yapmak için kullanan ihtiyar bir kadını anlatır. “Bizde çok ölümcül ve o kadar da sık rastlanan çiçek hastalığı burada aşının bulunmasıyla etkisiz hale getirilmiştir. Bu operasyonda uzmanlaşmış bir grup ihtiyar kadın bulunmaktadır.”[44] Bu kadınlardan birinin bu işlemi nasıl yaptığı anlatılır ve sonunda ceviz kabuğunu kullanışı hakkında bilgi verir: “(…) Kendisine gösterilen damara kocaman bir iğneyi sokar (bu, basit bir sıyrıktan daha fazla acı vermemektedir), bir iğnenin ucunda durabilen zehiri içeriye akıtır ve küçük yarayı boş bir ceviz kabuğuyla pansuman eder.”[45]

         Lady Montagu, gezip gördüğü yerlerin mimari yapısını da mektuplarında ayrıntılı olarak anlatmıştır. Özellikle padişah saraylarını, içyapısını ve özelliklerini aktarmıştır. Bazı camilerin mimari özelliklerinden de bahsetmiştir. II. Selim Camii’ni görmeye giden Lady Montagu, bu camiyi ayrıntılı olarak betimlemiştir. Bu ayrıntıları aktarmak yerine onun da çok dikkatini çeken minareleri ve işlevsel mükemmelliğini onun dilinden anlatmak daha güzel olacaktır: “Çok yüksek dört minare camiyi dışarıdan süslemektedir. Minarelerin sivri uçları altın yaldızlı. İmamları insanları namaza buradan çağırmaktadırlar. Bu minarelerden birine çıkma merakına kapıldım. Ustalıkla düzenlenmiş olması tüm ziyaretçileri şaşırtmaktadır. Tek bir kapısı var, ancak bu kapı, minarelerin üç şerefesine giden üç merdivene açılıyor. Öyle ki üç imam birbiriyle karşılaşmadan, yukarıya dönerek çıkabilmektedir. Bu, hayran kalınacak bir düzenleme.

            Sonuç

            Lady Montagu, İmparatorluk topraklarının Balkanlarından başladığı gezisine Yunanistan’dan devam ediyor. Batılı bir kadın gözüyle, Doğu’nun ve Türklerin ihtişamının, belki de son pırıltılarını satırlarına döküyor. Bu satırlar arasında Türk kadınlarının son derece asil, bakımlı ve güzel olduklarını, öte tarafta Fransız kadınlarının soluk ve bakımsız çehrelerini açık yüreklilikle söylüyor. Aynı zamanda Türklerin yabancı birine meraklı ve lüzumsuz sorular sormayacak kadar soylu olduklarını yazıyor.

            Genel olarak dönemin Osmanlısına ışık tutan Lady Montagu, sosyal yaşamın ayrıntılarıyla bizi aydınlatmaktadır. Bir büyükelçi eşi olması dolayısıyla daha çok saray insanlarıyla beraber olması mektuplarında da onlardan ve yaşamlarından bahsetmesini sağlamıştır. Halkın arasına da inen Lady Montagu,  bir Türk gibi giyinmeyi de ihmal etmemiştir. Tüm bunlar göz önüne alındığında halkbilimi açısından önemli bir kaynak görevi görmüştür.

            Kaynakça

Necip Fazıl DURU, Batılı Seyyahların Gözüyle Dönen Dervişler, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Ekim 2007

İlber Ortaylı, “16. Yüzyıl Alman Seyahatnamelerinde Türkiye”, Tarih ve Toplum, İstanbul, 1984

Lady Montagu, Doğu Mektupları (1717 – 1718), çev.: Murat Aykaç ERGİNÖZ, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1996

40 Hokkabaz, Osmanlı Dönemi Eğlence Tarihi Müzesi

Wikipedi, Özgür Ansiklopedi

Uzm. Ayşe BAŞÇETİNÇELİK, Adana Düğünlerinde Gelin Hamamı, Çukurova Üniversitesi, Adana

Okt. Gazanfer İLTAR, Eski Türklerde Mezar Kültü ve Günümüze yansımaları, Gazi Üniversitesi, Ankara


* Bozok Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, YOZGAT, (aydemirsinan@hotmail.com.tr)

[1]  Necip Fazıl DURU, Batılı Seyyahların Gözüyle Dönen Dervişler, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, Ekim 2007, S. 118-146

[2]  İlber Ortaylı, “16. Yüzyıl Alman Seyahatnamelerinde Türkiye”, Tarih ve Toplum, İstanbul, 1984

[3]  Lady Montagu, Doğu Mektupları (1717 – 1718), çev.: Murat Aykaç ERGİNÖZ, Yalçın Yayınları, İstanbul, 1996

[4]  Montagu, A. g. e., S. 5

[5]  Montagu, A. g. e., S. 14

[6]  Montagu, A. g. e., S. 15

[7]  Montagu, A. g. e., S. 29

[8]  Montagu, A. g. e., S. 42-43

[9]  Montagu, A. g. e., S. 78-79-80

[10]  40 Hokkabaz, Osmanlı Dönemi Eğlence Tarihi Müzesi, http://www.40hokkabaz.com/history_t_9.htm

[11]  Wikipedi, Özgür Ansiklopedi, (Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi Arapça ders (درس) kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere müderris, onların yardımcılarına muid, okuyanlara danışmend, sohta veya talebe adlandırılır.), http://tr.wikipedia.org/wiki/Medrese

[12]  Montagu, A. g. e., S. 120-121

[13]  Wikipedi, A. g. k., http://tr.wikipedia.org/wiki/Mevlevilik

[14]  Montagu, A. g. e., S. 126-127

[15]  Uzm. Ayşe BAŞÇETİNÇELİK, Adana Düğünlerinde Gelin Hamamı, Çukurova Üniversitesi, Adana

[16]  Montagu, A. g. e., S. 64-65

[17]  Montagu, A. g. e., S. 41

[18]  Montagu, A. g. e., S. 47-48

[19]  Montagu, A. g. e., S. 49

[20]  Montagu, A. g. e., S. 53

[21]  Montagu, A. g. e., S. 67

[22]  Montagu, A. g. e., S. 85-86

[23]  Okt. Gazanfer İLTAR, Eski Türklerde Mezar Kültü ve Günümüze yansımaları, Gazi Üniversitesi, Ankara

[24]  Montagu, A. g. e., S. 86-87

[25]  Soru Sor Cevap Bul, http://www.sorusorcevapbul.com/soru-cevap/fikih/bosanan-esler-birbirleriyle-tekrar-evlenebilir-mi-/

[26]  Montagu, A. g. e., S. 96-97

[27]  Montagu, A. g. e., S. 100-101

[28]  Montagu, A. g. e., S. 120

[29]  Montagu, A. g. e., S. 45-46

[30]  Montagu, A. g. e., S. 47

[31]  Kaftan (← Farsça خفتان), üste giyilen, kumaştan yapılan, uzun, süslü ve astarsız elbise, hilat.

[32]  Şalvar, genellikle ağı çok bol olan, bele bir uçkurla bağlanan geniş bir tür pantolondur.

[33]  Montagu, A. g. e., S. 73

[34]  Montagu, A. g. e., S. 82

[35]  Montagu, A. g. e., S. 101-102

[36]  Baş örtüsü, başı özellikle saçları yıpratıcı dış etkenlerden korumak, örtünmeyi sağlamak, tanınmamak için kullanılan başın üst kısmının çoğunu ya da tamamını kaplayan bir çeşit örtü ve giysidir. Dinî sebeplerin yanı sıra geleneksel alışkanlıklar sebebiyle de başörtüsü takılabilir. Giyilme sebebine ve giyen kişinin içinde bulunduğu kültüre göre başörtüsü şekilleri çeşitlilik gösterir.

[37]  Montagu, A. g. e., S. 115

[38]  Montagu, A. g. e., S. 54

[39]  Montagu, A. g. e., S. 55-56

[40]  Montagu, A. g. e., S. 56-57-58-59

[41]  Montagu, A. g. e., S. 83-84

[42]  Montagu, A. g. e., S. 108-109

[43]  Montagu, A. g. e., S. 46-47

[44]  Montagu, A. g. e., S. 61

[45]  Montagu, A. g. e., S. 61

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir